DOLAR 26,5363 2.95%
EURO 28,6156 2.75%
ALTIN 1.633,603,11
BITCOIN 6910032,45%
İstanbul
28°

AÇIK

04:43

İMSAK'A KALAN SÜRE

Zamanın gör dediği. Mîsâk-ı Millî (Ahd-i Millî )…

Zamanın gör dediği. Mîsâk-ı Millî (Ahd-i Millî )…

ABONE OL
28 Ocak 2024 18:48
Zamanın gör dediği. Mîsâk-ı Millî (Ahd-i Millî )…
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediği. Mîsâk-ı Millî (Ahd-i Millî )
Ahval…
Bir cihan devleti yıkılıyor ve son günlerini yaşıyor. Bir tarafta yüzyıllarca hatta bin yıllarca Anadolu’yu yurt edinen Türk varlığını parçalamak isteyen bir zihniyet ve güçler birliği yani kaosun eli, bir tarafta onurlu bir mücadelenin kahramanı bir millet. Bu ahval içerisinde, bütün olumsuzluklara rağmen bağımsız ve milli bir Türk devleti kurmak isteyen bir yürek, Mustafa Kemal. Yüz yıl öncesinden başlayan bütün oyunların çıktığı nokta Mondros Müzakeresidir. Osmanlı devletinin yıkılış ve paylaşılma sürecinde batılı devletlerin uyguladığı politikaların bilinmesi çok önem arz etmektedir. Ayrıca Milli mücadeleye kadar Mustafa Kemal Paşa’nın ve Anadolu’nun mücadelesinin karşılaştığı zorluklarda iyi bilinmelidir.
19. yüzyılın başlarından itibaren Batılı büyük devletler, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında direncini tamamen kırdıktan sonra devletin parçalanmasını ve paylaşılmasını sağlamak yönünde hareket etmişlerdir. Sanayileşmiş Batılı devletlerin, iktisadi, askeri ve siyasi bakımdan iyice zayıflamış olan Osmanlı Devleti hakkında düşündükleri politikaları gerçekleştirmek için en uygun zemin Fransız İhtilali ile kendiliğinden oluşmuştu. İhtilalden sonra ortaya çıkan fikirlerin de etkisiyle çok kültürlü bir yapıya sahip Osmanlı toplumunda birlikte yaşama arzusunun ciddi bir kırılmaya uğradığı görülüyordu. İhtilal sonrası ortaya çıkan fikirlerden Osmanlı toplumunun etkilenmesinden ziyade Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’ne yönelik politikalarını “tabii haklar ve özgürlükler” ekseninde yürütmeleri, çok daha önemli ve üzerinde durulması gereken bir meseledir. Batılı emperyalist devletlerin bu çerçevede yürüttükleri politikalar kısa sürede semeresini vermiş ve Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslim unsurlar 19. yüzyılın başlarından itibaren ayaklanmaya başlamışlardır”
Kimlik…
Osmanlı devleti halklarını Türk Kürt veya Arap olarak ayırmamış sadece Müslim ve gayr-i Müslim olarak değerlendirmiştir. Osmanlı kardeşliğini sağlayacak olan bir Osmanlı kimliği oluşturulmak istenmişti. Böylece hem özellikle gayr-i Müslimlerin bağları güçlendirilerek iç barış sağlanacak, hem de dışarıdan yapılmakta olan müdahalelerin önüne geçilecekti. Tanzimat ile Osmanlı vatandaşlık bağını hisseden bütün halkların devleti ayakta tutması planlansa da istenilen olmadı. Başta bilinmesi gereken, Osmanlı topraklarının demografik yapısı, azınlık hakları, yabancı devletlere verilen siyasi ticari ekonomik imtiyazlar olan kapitülasyon meselesi ve sınırlar Mîsâk-ı Millînin maddeleri olarak karşımıza çıkar. Emperyal devletlerin emelleri doğrultusunda Osmanlı Devleti her ne kadar bir bağımsız devlet olarak görünse de aslında yarı sömürge özellikleri gösteren bir karakter çizer 20. Yüzyılın başlarında.
Mustafa Kemal Paşa’nın daha 1907 yılında ifade ettiği şu sözler davanın amacını da ortaya koyması bakımından kayda değerdir: “Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerinde değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde, düşmanların yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve hâlbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün varlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına yüklenmiş, Hıristiyan azınlıklar ise yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar. Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan milli sınırlara çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak? Ben selâmeti ikinci fikrin tatbikinde görüyorum.” Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle bu durum karşısında tek bir yol olmalıydı. O da kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk devleti kurmak. Ve bu yolun taşları döşenmeye başlamış idi.
İstanbul mu? Ankara mı?…
Tarihler 19 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Pontus çeteci Rumların tacizleriyle bunalmış ve yorgun olan Samsun’a ayak bastığında Anadolu’nun durumu da farklı değildi. İstanbul’dan yola çıkarken aldığı kararlar İngilizleri ve güdümünde kim var ise rahatsız edecekti.
“Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu milli kuvvete, bu Türk milletine güvenerek yola çıktım.” Demişti Paşa. Samsun’dan sonra ilk iş Amasya Tamimi ile milli bir Türk devletinin kurulması ilkeleri ortaya konmuş sonrasında Erzurum ve Sivas kongreleri ile bu işin hukuki siyasi ve ekonomik yönleri belirlenmiştir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde milli meclisin derhal toplanması gerektiği ifade edilmişse de nerede toplanması gerektiği üzerinde bir görüş birliği oluşmamıştır. Ancak Mustafa Kemal Paşa İstanbul’un bu iş için namüsait olduğunun farkında olsa da bunda muvaffak olamamıştır. Mustafa Kemal Paşa tarafından 1 Kasım 1919 tarihinde İstanbul teşkilâtına gönderilen yazıda “Meclis-i Mebusan var iken ayrıca bir Kuvâ-yı Milliye’nin faaliyette bulunmasının memleket için zararlı olacağı” belirtilmiştir. İstanbul’da toplanan mecliste mebusların memleket aleyhindeki bir kararı tasdik etmeleri halinde taşradaki Kuvâ-yı Milliye’nin bunu tanımayacağı ve bu suretle milletin kendi vekillerine karşı isyan etmiş gibi garip ve mantıksız bir durum ortaya çıkacağı, vatanın kurtuluşunun ancak meşru bir tarzda olacağı ifade edilmiştir. Öncelikle meclisin İstanbul dışında bir yerde toplanmasına çalışılacaktır. Bu başarılamaz ise işgal altında da olsa Meclis-i Mebusan’ı toplamak suretiyle milli kararların alınmasının sağlanabileceği düşünülmüştür. Baştan belirtelim. Evet, son Osmanlı meclisinde (Meclisi Mebusan) kabul edilmiş olmasına rağmen, Mîsâk-ı Millî tamamen Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncelerini taşır ve yansıtır. Öyle ki Anadolu’da bütün bunlar olurken İstanbul’da Ferit Paşa hükümeti düşmüş ve yerine Ali Rıza Paşa hükümeti kurmak ile görevlendirişmişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa bir tamim yayınlamıştır. Bu tamimde kurulacak olan yeni hükümetin Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararlara bağlı kalması halinde destek verileceği, barış konferansına katılacak delegelerin milletin menfaatini gözeten güvenilir kişiler olmasına dikkat edilmesinin gerektiği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere Mustafa Kemal Paşa Mîsâk-ı Millî’yi ilmik ilmik dokumaktadır. Mustafa Kemal Paşa, bu konudaki görüş ve endişelerini Harbiye Nazırı Cemal Paşa ile yazışmalarını özetleyerek şöyle sıralamaktadır:
1- Düşman işgali altında, polis ve jandarmasının müdahale ve tahakkümü içinde, basını düşman kontrolünde, kabine erkânına varıncaya kadar herkesin düşmanın teftiş, denetim ve engeli karşısında bulunan Payitaht tam manasıyla kuşatılmış bir haldedir.
2- Birkaç kişinin şahıslarına yönelik yabancı saldırısı, aynı ruh ve kanaatte bulunan diğer mebuslara da yönelebileceği muhakkaktır. Hatta bütün meclisin aynı akıbete uğramayacağına dair bizi temin edecek elimizde hiçbir şey yoktur. İyi niyet tehlikenin bertaraf edilmesine kafi gelmez.
3- Geleceği şüpheli olan İstanbul, geleceği malum ve güvenilir bir yerden kurtarılabilir.
4- İstanbul’un Payitaht olması itibariyle milleti temsil eden heyetin taşrada toplanması ayrılık anlamına gelmez.
5- Siyasi fırkalardan bir kısmını İstanbul dışını istememeleri Kuvâ-yı Milliye’nin tesirinde kalmak endişesinden ibarettir. Hâlbuki asıl milletin temsilcileri olarak büyük bir kısım mebusan da yabancı tesirinde kalmamak için taşrayı istemektedirler.
6- Bugün vatan ve millete yapılacak en son ve en büyük iyilik memleketi kurtarmağa azmetmiş şahısların güvenilir bir yerde toplanacak olan meclise girmelerine çalışmaktır.
7- Heyet- Temsiliye Milli Meclis’in üstünde bir kuvvet tanımamaktadır.
Buraya kadar Mustafa Kemal Paşa’nın güvenli olmayan İstanbul’dan ziyade Ankara üzerinde baskı yaptığı görülmektedir. Fakat muvaffak olamamıştır. Lakin bu Ahd-i Millî’nin önemini hiçbir vakit değiştirmemiştir. Zaten önemli olan Ahd-i Millî’nin bir milletin uyanışına ne denli etki ettiğidir. Yola çıkan kahramanların neleri göze aldığının ve neleri düzeltmek istediklerinin resmidir.
Sınırlar…
Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus sınırlar olacaktır. Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’ya yazdığı bir mektupta bölgede İngilizlerin Arapları kullanarak sömürgeleştirme planlarından bahseder ta 1914’lerde. Mondros mütarekesi sonunda göz önünde olan bölge Halep idi. Mustafa Kemal Paşa’nın gençlik döneminden sürekli aşina olduğu bölge kendisinin de belirttiği gibi aslında Arapça konuşan Türk çoğunluk olan bir bölge idi. Kendi deyimiyle nüfusun dörtte üçü bu nitelikte idi. Kafasında hep Halep’i elinde bulundurmak vardı. Müslüman nüfusun yoğun olduğu bölgeleri mutlaka elimizde tutmalıydık. Ateşkes imzalandığı sırada elimizde olan hat basitçe Suriye Lazke kuzeyi, Halep ve Deyrizor hattını elinde tutmak istemektedir. Tabi burada Osmanlı Devletinin Müslim gayr-i Müslim ayrımı yerine Mustafa Kemal Paşa’nın Türk Kürt birliğini vurgulamış olmasıdır.
28 Aralık 1919 Ankara konuşması Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuda anlaşılmasını sağlayabilir.
“Bu sınır(Suriye’de Halep Lazke veDdeyrizor, Irak’ta Musul Kerkük) aynı zamanda Türk ve Kürt unsurların yerleşik olduğu vatanımızın parçalarını sınırlandırır. Bu sınırlar içinde kalan memleketimizin parçaları Osmanlı imparatorluğunun ayrılmaz bir bütünüdür.” Yani biz Türkler ve Kürtler her şekilde beraberiz. Hem cihan harbinde hem Kurtuluş Savaşında yanınıza bakın hep biriz.
28 Ocak 1920…
İstanbul’da toplanan son Meclis-i Mebûsan tarafından 28 Ocak 1920’de oy birliği ile kabul edilmiş ve 17 Şubat’ta kamuoyuna açıklanmıştır. Başta Rauf Bey (Orbay) olmak üzere Kuvâ-yi Milliye taraftarı mebuslar İstanbul’a geldiklerinde meclis ikinci başkanı Hüseyin Kâzım Kadri Bey’in öncülüğünde düzenlenen bir metinle karşılaştılar. Bu sebeple Ahd-i Millî adıyla bir komisyon kurularak değişik metinlerin birleştirilmesine karar verildi. Komisyon çalışmalarını sürdürürken Mustafa Kemal Paşa sekiz maddeden oluşan bir metni Rauf Bey’e gönderdi. Komisyon, ana ilkeleri itibariyle Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarını yansıtan ve mecliste oluşturulan Felâh-ı Vatan grubunun programı olarak düşünülen bu metni bütün meclis üyelerinin kabul edebileceği şekilde yeniden düzenledi.
Galip devletlerin barış tekliflerine karşı cevap olarak ilân edilen Misâk-ı Millî İtilaf Devletleri tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İtilâf devletleri 16 Mart’ta İstanbul’u resmen işgal etmiş ve Meclis-i Mebusan’ı basarak ileri gelen mebusları ve aydınları tutuklayıp Malta’ya sürmüştür. Ancak Misâk-ı Millî sahipsiz bırakılmamış ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan TBMM’nin içinden çıkan Hükümet 18 Haziran 1920’de açıkladığı dış politika ilkeleri doğrultusunda Misâk-ı Millî’ye bağlı kalınacağını tüm dünyaya ilan etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü yaptığı, yakın tarihin panoramasını kapsayan uzun konuşmasında: “Vatanımızın hududu olacak bu hududu ihtimaldir ki, teferruatıyla bilmeyen arkadaşlarımız vardır. Bunu: Şark hududuna Elviye-i Selaseyi (Kars, Ardahan ve Batum) dâhil ederek tasavvur buyurunuz.4 Garp hududu Edirne’den bildiğimiz gibi geçiyor. En büyük tebeddülat, Güney hududunda olmuştur. Güney hududu İskenderun güneyinden başlar. Halep ile Katma arasından Cerablus Köprüsü’ne müntehi olur bir hat ve Şark parçasında da Musul vilayeti, Süleymaniye ve Kerkük havalisi ve bu iki mıntıkayı yekdiğerine kalbeden hat. Efendiler; bu hudut, sırf askeri mülâhazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millî’dir.
“Sonuçta işgalci devletlerin her türlü gücüne, baskısına ve politikasına rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmadan önce düşündüğü gibi yıkılan bir devletten yepyeni ve milli bir Türk devleti hayat bulacaktır. Lozan’da yapılan antlaşma ile Türk zaferi şerefli bir barışla taçlandırılacaktır. Bu başarı, Ankara’da Milli Mücadele’yi büyük fedakârlıklar ve sıkıntılar içinde yürüten, milli bağımsızlık inanç ve kararlılığındaki kahraman meclise aittir.” Mustafa Turan.
Çılgın Türkler…
Tabi ben burada maddeleri teker teker açıklayıp olayı orta öğretim düzeyine indirgemek istemiyorum. Konuya vakıf olmak isteyenler araştırabilir. Burada önemli olan Mustafa Kemal Paşa’nın ve kurmaylarının bu yolda ortaya koydukları mücadelenin büyüklüğüdür. Her bir maddenin kurtuluşa ant içmiş bir milletin özgürlüğüne giden yolda istekleridir. Tabiî ki bu isteklere batılı devletler karşı çıkmış ve hatta hakaretler ile bu Türkler çıldırmış olmalı gibi terimlerle küçük görmüş bütün imkânlarını bu hareket önüne set çekmek için kullanmışlardır. Sonuç olarak İstanbul’un işgali ile sonuçlanmasına rağmen Milli Mücadele ateşini yakmaktan öteye geçmemiş bu girişimlerin sonucu bellidir. Sözün bittiği yer bir milletin tam bağımsız doğuşu ve önderimiz Mustafa Kemal Atatürk etrafında kenetlenmiş olmasıdır. Verilen ile değil hakkımız olan ile ilgilenen ve kimse karşısında özellikle emperyal amaçlarına giden yolda bir milleti hor görenler karşısında eğilmeyen bükülmeyen yüreklere şahit olduk. Geleceği bizlere emanet eden atalarımızın ruhları şad mekânları cennet olsun…
Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Mustafa Kemal Atatürk.
Araştırmacı: Müslim Soysal
Kaynaklar: ATATÜRK, Kemal, Nutuk (1919-1927), Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi: “Milli Temsil Meselesi” Mustafa Turan, Atatürk’ün Millî Dış Politikası, Kültür Bakanlığı Yayınları

En az 10 karakter gerekli


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.