DOLAR 26,5363 2.95%
EURO 28,6156 2.75%
ALTIN 1.633,603,11
BITCOIN 6910032,45%
İstanbul
28°

AÇIK

04:43

İMSAK'A KALAN SÜRE

Müslim Soysal

Müslim Soysal

12 Nisan 2024 Cuma

Zamanın gör dediği. Megali İdea denilen dramatik oyun ve sonu.

Zamanın gör dediği. Megali İdea denilen dramatik oyun ve sonu.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediğiMegali İdea denilen dramatik oyun

Uzun zamandır yazıya ara verdim biliyorum. Seçim ve ağır geçirilmiş hastalık sonrası tekrar sizlerle buluşmak çok güzel. Umarım keyifle okursunuz.
Tarihler 1919 ‘u gösteriyordu. Daha 1. Cihan harbinin üzerinden henüz bir yıl geçmiş idi. Rejimler, imparatorluklar yerle bir olmuş ve tarih sahnesine yeni devletçikler peyda olmuş idi. Savaşın galipleri 18 Ocak’ta Paris’te bir araya geldi. Gözler masadaki dünya haritasındayken konferansta istekleri ile şımarık bir çocuğu andıran birisi dikkatleri üstüne çekmiş idi. Yunanistan başbakanı Elefterios Venizelos. Batı Anadolu ve Trakya’yı kendilerine istiyordu. Hayali olan Megali İdea idi. “Megali İdea”, Yunanca “Büyük Fikir” anlamına gelir. Bu kavram, özellikle Yunanistan’ın doğusuna yönelik olarak, Rumların yaşadıkları yerleri Yunanistan bayrağı altında birleştirmeyi amaçlayan yayılmacı bir milliyetçilik ve dış politika anlayışını simgelemektedir. Fakat felaketi olacağından habersiz olan Venizelos, umut ettiği şekilde başlayan Küçük Asya yani Anadolu seferi, karşısında aşılmaz olarak duran ve yeni kurulacak olan Türk devleti tarafından kahramanca püskürtülecekti. Sonrasında kendi iç hesaplaşmaları ve altılar davası ile bir hayalin sonu gelecekti.
Helenizm
Eğer, şimdiki Yunanistan’ın kendilerinin Bizans (Doğu Roma) imparatorluğunun devamı oldukları iddiasıyla yola çıkacak olursak, Türk-Yunan ilişkileri, bizim Anadolu’yu fethettiğimiz tarih olan 1071’den itibaren 950 yılı geçen bir zamanı tartışmakta fayda var. Yok, eğer bugünkü Yunanistan’ın 1830’dan beri kazandığı bağımsızlığı temel alırsak ilişkilerimiz yinede en az iki asırlık olarak tanımlanabilir. İlk isyan 1821’de Mora Yarımadası’nda başladı. Daha önce de yazmış olduğum gibi Rusya, Fransa ve İngiltere’nin rüzgârını arkasına alan Rumlar tam 8 yıl Osmanlı Devletine ve Türk milletine karşı şiddet uygulayarak bağımsızlıklarını kazandılar. Osmanlı ordusu Navarin Deniz savaşında büyük bir yenilgi yaşadı. 1829’da imzalanan Edirne Anlaşması ile Yunanistan’ın bağımsızlığı tescillendi ve bağımsızlığını kazanan ilk devlet oldu. Selçuklu hâkimiyetinden sonra Anadolu’da hâkimiyet kuran Osmanlının 1362’de Edirne’yi fethi ile başlayan Bizans kuşatması 1453 yılında Fatih’in İstanbul’u almasıyla son bulmuş ve 1830’da Yunanistan’ın bağımsızlığına kadar tam 377 yıl Ortodoks Rum ahali, Osmanlı tebaası olarak yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtayı kaplayan geniş coğrafî hudutları içinde değişik din, ırk ve dillere sahip topluluklar gibi Rumlarda Osmanlı vatandaşı olarak hiçbir baskı görmeden huzur ve güven içinde yaşıyorlardı. Devletin hukuk sistemi, bu değişik etnik ve dini yapıyı güçlü bir ideal ve müşterek bir şuur etrafında toplamaya göre tanzim edilmişti.
Osmanlılık şuuru…
“Bu müşterek şuur, “Osmanlılık şuuru” idi. Kullanılan hukuk sisteminde devlet yönetimine ve ordu idaresine ait hususlar, Türklerin Orta Asya’dan beri uyguladıkları örfi hukuka (töre), aile ve fertler arasındaki ilişkiler şer-i hukuka ve gayri Müslim tebaanın kendi aralarındaki sorunları ise cemaat (kilise) hukukuna bağlı idi. Osmanlı Devleti; devlete ve müesseselerine işlerlik kazandırmaya çalışırken şer-i ve örfi hukuk sistemlerini kullanmıştır. Devlet yönetimine ve askeri yönetime ait hususlarda daha çok örfi hukuka yer vermiştir. Böylece Osmanlı devleti her iki sistemi kaynaştırarak kendisine has bir “Osmanlı hukuku” meydana getirmeye çalışmıştır.” İşin özeti aslında budur.
Kukla kral…
“Osmanlı- Rus Savaşı sonucunda Yunanistan bağımsızlığını kazandı. Yunanistan’ı büyük devletler kurdu dersek doğrudur. Yunanistan’ın ortaya çıkmasında İngiltere, Rusya ve Fransa’nın rolü çok büyüktür. Kaldı ki bu devletler Yunanistan’ın kralını da Avrupa’dan bulup getirdiler.” Doç. Dr. Nilüfer Erdem İstanbul Üni. Burada dikkat edilmesi gereken cümle kralın Avrupa’dan ithal olmasıdır. Elinde oyuncağı ile dolaşan sözde büyük devletler, sınırları geniş, güçlü ve zengin bir imparatorluğun hayali ile yanıp tutuşmakta olan Yunanlıların planını yapmış idi. Nitekim 1864’de yapılan Yunan Anayasası’nda Kral I. Yorgi’ye “Helenlerin Kralı” adı verilmişti. Aslında Megali ideanın başlangıcını, Fatih’in İstanbul’u fethinde aramak gerekir. Patrikliğin yeniden inşası ile 2. Katerina’nın Grek Projesi dediği bu proje, Ortodoks kilisesinin, Yunan yazar ve şairlerinin ve en önemlisi Rusya’nın beslediği fikirlerle en sonunda 1791’de masadaki bir harita haline gelmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ı fethetmesi ile beraber, Antakya ve İskenderiye Patrikhaneleri üzerinde nüfuz ve üstünlük sahibi kılınması İstanbul Patrikhanesi’nin gücünün artmasına, Papalık gibi gösterilmesine neden olmuştur. Nitekim Atina Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Maarif Vekili Prof. Dr. Luvaris “ …artık ‘Megali İdea’nın hükümeti de var olmuştur ki bugüne kadar da durum devam etmiştir” diyerek Patrikhanenin rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlı hâkimiyetine rağmen kültürlerini koruyan Rumlar, bu güçten yararlanarak eski Bizans toprakları üzerinde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmak için faaliyete geçmiştir.
Hac ve Hilalin savaşı…
Şimdi Konstantinapolis ve bilhassa yeniden canlanan Logos’un mabedi olan Ayasofya Kilisesi bu ümitlerin müşahhas bir sembolü haline geldi. Bu hal Fatih’e karşı mücadelede surlar üzerinde ölen taşlaşmış son Yunan İmparatoru Konstantin Palöologus efsanesinde ifadesini bulmaktadır. Kavmine hilalin gasp etmiş olduğu hürriyeti geri vermek için onun tekrar dirileceğine inanılmaktadır. Ayasofya’da düşmanın gelmesiyle yarım kalan mukaddes ayin-Büyük kilisenin duvarları arasında kaybolmuş olan-Patriğin bütün ihtişamıyla tekrar ortaya çıkmasıyla devam edecektir” Atina Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Maarif Vekili Prof. Dr. Luvaris. Patrikhane makamı, Bizans’ın dinî ve dünyevi olan iki yönlü iktidarının ayakta kalan tek taraflı devamı idi. Bu fikrin ilerleme şekli alt yapısının doldurulması ve halka benimsetilmesi şeklinde olmuştur. Yunan devletinin kurulmasından sonra bir tarih yazılımının ortaya çıkartılması ile bütün Helen ruhunu kendi bünyesinde toplayacak geniş sınırları kapsayan (Anadolu, Trakya, Makedonya, Kıbrıs, Adalar) bir Yunan imparatorluğu kurmak. Rigas Ferreros adlı milliyetçi Yunanlı bir şair tarafından 1791’de Bükreş’te hazırlanan ilk “Megali İdea” haritası 1796 yılında Viyana’da basılmış ve daha sonra Yunan yayılmacılığının temel belgesi haline gelmiştir. 1844’te Başbakan Ioannis Koletis de parlamentoda yaptığı konuşma ile bu fikri resmileştirmiştir. Amaç, Doğu Roma imparatorluğunu yeniden diriltmek idi.
“Yunan Krallığı, Yunanistan değildir; Yunanistan’ın sadece bir parçası… Yunan, Sadece krallık sınırları dâhilinde yaşayanlar değildir. Helenizm’in iki başkenti vardır. Atina, Krallığın başkentidir. Konstantinopolis ise büyük başkenttir; tüm Yunanların şehri, hayali ve ümidi…” İoannis Kolettis. Buradaki kilit isim Konstantinopolis’tir. Kılıç hakkımız, destanımız ve rüyamız İstanbul’umuz. Amaç bellidir. Ezberletilen bellidir. Atasının mezarına tekme atanların yönettiği İstanbul!

Milliyetçilik akımları…
Bu büyük fikir yani Megali İdea 1840 larda halk içinde büyük taraftar toplayıp milliyetçiliği üst seviyeye çıkarmış idi. Ayrıca iç ve dış politikada birçok taraftar topluyordu. Osmanlı devletinden toprak kazanarak büyümek amaçlanıyordu. 1864’de 7 adaların İngilizler tarafından verilmesi dış politikadaki ilk adımları idi. Fransa’nın Atina büyükelçisi M.J. Tuvanel’in Fransa dış işleri bakanlığına yazdığı mektup aslında her şeyi özetlemektedir. “Ruhaniler ise, İstanbul’a yeniden “Konstantinapol” adının verilmesini sağlayacak olan, Ayasofya’nın “Sent Sofi” olarak telaffuzunu temin edecek Yunan zaferinin hasretzedeleridir. Her Yunanlıya bu fikir beşikten mezara kadar maharetle telkin ediliyor. Kırım Savaşlarının cereyanı sırasında Yunanistan, Osmanlı Ordularına saldırmaktan men edildiği için, kendisinin velinimeti olan İngiltere ve Fransa’ya bile tehevvür ve hiddet içindedir. Kraliçe Amelis, bana soğuk bir tavırla; ‘Ali Paşa bütün Avrupa siyasilerini arkasından sürükledi. Bir Türk’ün bu mahareti bize olduğu kadar sizlere de elen vermelidir’ dedi. Yunan milletinde, Osmanlılara ve umumiyetle Türklüğe karşı olan bu derin kini, Moskova’da görev yaptığım zamanlar, Ruslarda dahi müşahede etmedim. İnancım odur ki, Yunanlar Türklere karşı hiçbir zaman ve her türlü durum ve şartlar altında dostluk göstermeyeceklerdir”
1910 yılı Yunanistan’da iktidar değişikliğine sahne olacaktır. Liberal parti zaferiyle başa geçerek yönetimi devralan Elifterios Venizelos, tamamiyle emir aldığı gibi yayılmacı bir politika izleyerek şiddetini arttırdı. Patlak veren Balkan savaşları, Osmanlı devletinin yaklaşı 1 yıl süren savaşlarda çok büyük toprak kaybetmesine ve Yunanistan’ın da tam tersi topraklarını iki katına çıkarmasına sahne oldu.
“Osmanlı Devleti için büyük bir kayıp, kan kaybı, hem ticari anlamda hem nüfus anlamında. Çok ciddi oranda Türk ve Müslüman nüfusun yaşadığı bir coğrafyadan bahsediyoruz ve birçok toprak kaybı yaşanıyor. Ama Yunanistan, Osmanlı devletinin tersine büyümeye başlıyor Balkan savaşları ile birlikte…” Doç Dr. Tuğba Eray Biber Mimar Sinan Üni. Buradaki kilit cümle hem Türk hem de Müslüman nüfus kelimesidir. Amacın ne olduğu belli değil midir?
Taş atmadan kolu yorulmuş haspam…
1914’de gelinmişti. Yunanistan Osmanlı Devletine karşı itilaf devletleri saflarında yerini almış bulunuyordu. 1918 yılında savaş nihayete erdiğinde ise Yunanistan savaşa sadece 1 yılını vermiş bir devlet olarak sahnede duruyor ve istek listelerini hazırlıyordu. Yani Osmanlı devleti veya karşısındaki İngiltere ve Fransa gibi devletler ile birlikte uzun yıllar boyunca savaşmadı. Ama doğal olarak kazananlar tarafında olduğundan ve Balkanlarda Bulgaristan’a karşı cephe oluşturduğu için elbette ödülünü bekleyen bir bekçi gibi el açmış durumda idi. Nitekim İngiliz Dışişleri Bakanı Lord E. Edward Grey, 11 Ocak 1915 tarihinde Yunanistan yöneticilerine bir teklifte bulunmuştur. İngiliz Bakan bu teklifinde, Sırbistan’a yardım şartıyla Anadolu kıyılarından hatırı sayılır bir kısmının Yunanistan’a bağışlanabileceği sözünü vermiştir. İngiltere, 1 Nisan’da da müttefikleri adına “Yunanistan’a Türklere karşı savaşa katılma bedeli olarak Ocak ayında vadedilen, Aydın vilayeti de dâhil Batı Anadolu topraklarını garanti etmeye hazır olduklarını” bildirmiştir. 30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesi ile koşulları ağır bir cenderenin altında ezilmekte idik. Galip devletlerin, Osmanlı topraklarını paylaşmak için toplandığı ve yukarıda belirttiğimiz konferansta şımarık çocuk Yunanistan gözlerini haritaya dikmiş bir şekilde bekliyordu. Venizelos, melon şapkası başında, Trakya’nın tamamını, Batı Anadolu’yu, 12 Ada’yı ve Kıbrıs’ı babasının malı gibi talep etti. İngiliz, Fransız ve Amerikan temsilcilerden oluşan komisyon şımarık çocuğun isteklerini tabiî ki kabul etti. Nedeni kolaylıkla yönetebilecekleri bir kukla varken neden kendilerini ortaya atsınlardı ki? Güçlü bir İtalya yerine kolayca idare edebilecekleri Yunanistan biçilmiş kaftandı.
Tarih 15 Mayıs 1919. Rum başpiskopos Hristomos Kalafatis, emellerini açıkça belli eden şu sözlerle karşılar İzmir’i işgal için gelen birlikleri; “ Helen evlatlarım, bugün İsa’nın en büyük mucizesine tanık oluyoruz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı dökerek içerseniz o kadar sevaba gireceksiniz! Ben de bir bardak Türk kanı içerek onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım! Bütün azizler sizinledir.” Şehre giren askerler korkunç katliamlar yaptılar. Karşılarında duran herkesi sivil asker gözetmeksizin tutuklayıp katlettiler. 9. Ordu Müfettişliği ile Anadolu’ya geçme fırsatı bulan Mustafa Kemal 16 Mayıs’ta 48 kişilik bir ekip ile Samsun’a doğru yola çıktı. İzmir’in işgalinden bir gün sonra başlayan bu yolculuk Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından ciddi bir örgütlenme ile kurtuluşa giden yolu açacaktı. Artık fitil ateşlenmişti ve geri dönüş yoktu. Batıda, Ege’de kuzey ve güney hattı boyunca ilerleyen bir Yunan ordusu, İzmir’den sonra Manisa ve ardından Aydın’ı ele geçirmekte idi.

Mondrostan Lozana…
Mondros Mütarekesine göre İstanbul’da 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. İtilaf Devletleri adına Fransız General Frenchet de’Esprey beyaz bir atın üzerinde Karaköy de karaya çıkınca İstanbul’daki Rumlar, Galata köprüsünden Bankalar Caddesine kadar yerlere Türk bayraklarını serdiler ve işgal kuvvetlerine aziz Türk bayraklarmı çiğnettiler. Yunanlılar da diğer ordularla beraber İstanbul’a çıktılar. Eyüp ve Fener bölgelerini işgal ettiler. Megali İdeanın, hayallerini süsleyen, son maddesini çılgın bir taşkınlıkla gerçekleştirdiler. Ancak Büyük Taarruz’dan sonra İstanbul’u terk etmek zorunda kalacaklardı. Ocak 1921’e kadar ilerleyişini sürdüren Yunan birlikleri Eskişehir’de en sonunda Ankara Hükümeti’nin düzenli ordusu ile karşılaşmıştı. Ama bundan önce bir gelişme oluyor Yunanistan’da 1920 Kasım ayında yapılan seçim sonucunda Megala İdea savunucusu hükümete yani Venizelos’a, Yunan halkı dur diyor. Megala idea için sonun başlangıcı oluyor bu. 1. İnönü yenilgisini asla kabul etmeyen Venizelosun amacı direnişi yok etmek istiyor. 2.İnönü muharebesi, intikam için saldıran Yunan birliklerinin bazı şeyleri anladığı bir çarpışma oluyor. Karşılarında daha çok organize olmuş daha güçlü Türk askeri gören Yunanlılar için çanlar çalıyor. Fakat İnönü savaşlarından üç ay sonra 1921 yaz aylarında iki kademeli ilerleyiş olarak Kütahya ve Eskişehir muharebeleri ile Ankara önlerine kadar zahiri bir ilerleme görülüyor. Harekâtı yöneten General Stratigos; “Kemalist ordudan geriye enkaz kalmıştır. Bu enkaz, Ankara’ya doğru kaçıyor. Onun yok olması da gecikmeyecektir. Kısacası Türk ordusu artık askeri bir değer taşımıyor.” Açıklaması yapacaktı. Türk ordusunun başına geçen Başkomutan Mustafa Kemal yeni bir dönemi başlatıyordu. Hayalini kurdukları Megali idea, 23 Ağustosta başlayıp 22 gün süren Sakarya meydan muharebesinde, İngilizlerin baskısını enselerinde hisseden Yunan birliklerinin, üstün strateji dehası Mustafa Kemal ve askerlerinin karşısında dökülmelerini engelleyemedi. “Yunanlılar çok ciddi bir yenilgi yaşıyorlar ve Yunan tarih yazımında resmen onların, ordunun ordu mensuplarının, askerlerin psikolojilerinin bir daha düzeltilemeyecek şekilde bozulduklarına dair aslında bir itiraf söz konusu.” Diye aktarır Doç. Dr. Çağla Derya Tağmat.

Hesap vakti…

Yenilgiden sonra istifa eden Yunan başkomutan Anastasios Papulas; “Beceriksiz, kararsız ve dengesizdi. Yunan ordusunun cesaretini ve aynı zamanda onun büyük bir ideale olan inancını o bozkırın ortasına gömmüştü…” diyerek itirafta bulunacaktı. Yeni başkomutan Hacıanesti ile tam bir yıl kendine gelemedi yunanlılar. Psikolojisi bozulmuş ve bütün destekleri tükenmiş yunanlılar yardım beklerken 26 Ağustos sabahı Afyon’dan başlayan Büyük Taaruz karşısında hezimete uğradılar. Yunanistan’a kaçarak ordusunu başsız bırakan Hacıanesti yerine getirilen Nikolaos Trikupis ise Uşak’ta esir alındı. İzmir’e doğru kaçan Yunan orduları, üç koldan üzerine gelen kahraman Türk ordusunun önünden her yeri yakarak ve telef ederek haysiyetsizliğini gösteriyordu. Büyük umutlarla çıktıkları Küçük Asya seferi Megali İdea’nın sonu olarak kucaklarında duruyordu. Girişimin başarısızlığı iç siyasetinde kargaşalar, devrimler, davalar, idamlar ile sorumlularını arayalım çelişkisini yaşatıyordu. Mudanya Mütarekesi ile savaş resmen sona ermişti. Devrim komitesi Atina’ya girerek devrik kral Konstantin hükümetinin bütün bakanlarını tutukladı. Olağanüstü bir mahkeme süreci başladı. 31 Ekim 1922’de sanıkların vatana ihanet etme suçuyla suçlanarak başlatılan mahkeme 15 gün sürdü. Sabaha karşı sonuçlanan mahkemede çok kısa sürede ilan edilip saatler içinde idam cezaları uygulandı. Altılar davası olarak anılan bu süreç tüm dünyada yankı uyandırdı. Aslında bakıldığında hezimetten sorumlu olanlar değil, günah keçileri suçlu bulunmuştu. Ve nihayetinde Venizelos Lozan Antlaşmasını imzaladıktan sonra itirafını şu cümleler ile yapmıştı. “Sevr Antlaşması’nı tümüyle hükümsüz kılan Lozan Antlaşması’nı imzalarken duyduğum derin hüznü sizden nasıl saklayayım? Bu antlaşmanın altına imzamı ülkeme hizmet sunmanın bilinci ile attım. Yenildik ve diplomatik olarak yalnızdık. Bizi yenilgiye sürükleyen bir siyasetin içine girdik.” Bu açıklamada dikkat edilmesi gereken çaresizliklerinin, arakalarında durmaya söz vermiş milletlerin yöneticileri tarafından yolda bırakılmış olmalarıdır. Sizce Megali İdea son bulmuş mudur? Bu soruya en güzel cevap; Büyük Taarruzdan sonra, Yunan Kralı Konstantin’in yeğeni ve Anadolu’ya çıkan Yunan Ordusunda kolordu komutanı olan Prens Andre’nin yazdığı “Felakete Doğru” isimli kitapta verilmektedir. Prens Andre, “Felakete Doğru” isimli kitabında; “Küçük Asya’da ki bu fedakârlık boşuna mıdır?” diye sormakta, sonra: “Hayır” diye cevaplandırmakta ve şöyle açıklamaktadır; “Çünkü Yunan askeri tarafından Anadolu’da ekilmiş olan tohum, günün birinde büyük ve çiçekli bir ağaç(!) (Hadep, Hdp ve Dem gibi siyasi partilerin logolarına dikkat edin!) halinde açacaktır.”demektedir. Yani Prens Andre; iki yüz bin kişilik Yunan Ordusu’nun denize dökülmesine, sonradan Batı Anadolu’ya getirilerek yerleştirilen milyonlarca Rum’un kendilerini, denize atarak perişan halde kaçmasına ve bu sonucu yaşayarak “Felakete Doğru” isimli kitabında işlemesine rağmen, gene de Megali İdea’dan vazgeçilemeyeceğini anlatıyor. Her şeye rağmen Türkün gücünün en zor zamanlarda nasıl ortaya çıktığının delili olan Kurtuluş Savaşımız, gözünü Küçük Asya’ya dikerek, kukla kralları ve maşa yöneticileri ile bütün siyasi, askeri ve mitik yolları deneyerek saldıran güçlere nasıl okkalı bir ders verdiğidir. Megali İdea, büyük umutlarla çıktıkları İzmir’den tekrar denize dökülmüştür. Dedelerimizden sonra bize düşen görev ise onların kılıç artıklarını aramızdan temizlemek olacaktır. Şimdi bu süreç sekteye uğrasa da hiçbir vakit beise, karamsarlığa kapılamamak gerekir. Unutmayalım çakalın hükmü kurt ayağa kalkıncaya kadardır.
Araştırmacı: Hakan Bayram, Müslim Soysal
Kaynaklar: YUNANLARIN BİTMEYEN İDEALİ: “MEGALİ İDEA” Doç. Dr. Emruhan YALÇIN. Türk-Yunan İlişkileri ve Megali İdea Dr. Oğuz KALELİOĞLU. Doç. Dr. Nilüfer ERDEM İstanbul Üni. Doç Dr. Tuğba Eray BİBER Mimar Sinan Üni. Doç. Dr. Çağla Derya TAĞMAT.


Devamını Oku

Zamanın gör dediği. Asım/ Çanakkale Şehitlerine

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediği… Asım/ Çanakkale Şehitlerine…
İki seçenek vardı; ya yok olup gitmek ya da canları feda ederek yedi düvele dur demek…
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
“Büyük soru şu: İstanbul’a kim hâkim olacaktır?”
Napolyon bu sözü sarf ederken henüz 19. Yüzyıl başlarında denge politikası güdülürken, yeni dünya düzeni kurup daha fazla nereyi sömürebiliriz deyu sürekli konferanslar düzenleyerek ellerini atmadık gözlerini dikmedik yer bırakmamışken, hedeflerinin neresi olduğunu apaçık beyan etmişlerdi aslında. Lakin İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Afrika ve Asya’daki sömürgelerine gözünü diken ve özellikle Osmanlı Devleti ile ilişkilerini geliştirerek bölgede nüfuz kurmaya çalışan bir Almanya ortaya çıktı. “Sen misin bizim olanı isteyen?” diyerek, Almanya’nın gelişmesine set vurmaya çalışan üçlü itilafa karşı “Var mı bana yan bakan?” deyu dayılanan Almanya, AvusturyaMacaristan ve İtalya odaklı üçlü ittifak peyda oldu. Gelelim İstanbul konusuna. Bu konu aslında Rusya tarafından çok mühim idi. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmasından sonra İtilaf Devletleri tarafından İstanbul’un kesin olarak Türklerin elinden alınacağını düşünen Rus Hükümeti, İstanbul ve Boğazlar civarındaki arazilerin kendilerine bırakılması için Dışişleri Bakanları Sergei Sazonov aracılığı ile İngiliz ve Fransız Hükümetlerine başvurdu. Cevap belli idi. “Eğer savaş zaferle bitecek olursa, İngiltere, kendilerinin Osmanlı İmparatorluğu arazisine ya da başka yerlerdeki arazilerde (özellikle İran) yapacakları taleplerinin olumlu karşılanması kaydı ile İstanbul ve Boğazlar hakkındaki Rus taleplerini tasvip edecektir”. Aslında iki devlette, İngiltere ve Fransa, Rusya’ya batı cephesinde Alman ve Avusturya-Macaristan birliklerini üstüne çektikleri için muhtaç durumda idiler. Ruslar, Marn zaferi ile bu cephede müttefikleri tarafından kazanılan savaşta büyük pay sahibidir. Ayıca Kafkas cephesinde Osmanlı ordularına karşı mücadele eden Rusya, eğer İstanbul emeline ulaşmaz ise destek vermeyeceği için amaçlarına kolay ulaşamayacaklarını biliyorlardı. O nedenle Rusya boğazlardaki harekâtlara katılmamış olsa bile bu harekât Rusya’nın Kafkas cephesine destek vermek ve Osmanlıyı zor durumda bırakmak için elzemdi.
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb
Lord Kıtchner’in bu sözü olayın özüdür aslında: “Türk mukavemetinin kırılmasının müttefiklerin ortak menfaatleri icabı olduğunu ve bunun için de İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçeceğini” bildirdi. Fakat hala bazı tereddütlerini giderebilmiş değildi. “Kafkasya’da Ruslara ciddî surette nefes aldırtmak için ne yapabileceğimizi bilmiyorum. Türklerin kuvvetlerini Edirne’den çekerek Karadeniz yoluyla Kafkas Cephesine sevk ettikleri muhakkaktır. Bizim ciddi bir ihraç hareketi için hazırlanmış kıtalarımız da yok. Ancak Türk askerlerinin şarka (doğuya) geçmelerine manî olabilecek yegâne müsbet iş, boğazları elde etmek suretiyle mümkün olabilir.” Sanırım bazı şeyleri anladık. Tabi bu iş kolay olmayacaktı. Lord Fisher donanmaya sunduğu raporda Türkler aleyhine harekete geçilmesi lüzumu üzerinde durdu. Onun fikrine göre, bu harekâta Yunanistan ve Bulgaristan’ı da iştirak ettirmek ve İngiliz askerî kuvvetini de yetmiş beş bin rakamından daha az tutmamak lazımdı. Balkanlar, Yunanistan ve Bulgaristan üzerinden zorlanırken, donanma da büyük hazırlıklarla Çanakkale’ye karşı hücuma geçecekti. Churchill sadece kara harekatından yana olsa da sonunda Lord Fisher’ın raporuna göre hareket etti. Amiral Carden’e şu telgrafı çekti: “Boğazların donanma tarafından ele geçirilmesini mümkün görüyor musunuz? Bu harekât için, burada mayın tarayıcı gemilerle takviye edilen eski tip gemilerin kullanılması münasip görülüyor. Neticenin ehemmiyeti, büyük zararı göze aldırabilir.” İki gün sonra, Amiral Carden’in verdiği cevapta “Boğazların derhal ele geçirilmesinin mümkün olamayacağını kaydetmekle beraber gitgide gelişecek harekât neticesinde zorlanarak da olsa muvaffakiyete ulaşılacağı…” belirtiliyordu. Savaş çetin olacaktı. Türk tabyalarının aralıksız ateş altında tutulması isteniyordu. İngilizlerin amacı belli idi. Osmanlıyı Mısır ve Süveyş kanalından uzak tutmak için tamamen zararsız hale getirmek. Balkan devletlerinin Almanya yanında olmasını engellemek ve Rusya’nın cephelerde elini rahatlatarak ihtiyaç duyduğu silah ve malzeme sevkinin sağlanması idi. İstanbul’un gözetim altında tutulmasının yolu en kısa şekilde Çanakkale’den geçiyordu.
Bütün bunlar olurken tabiî ki İstanbul’da Çanakkale’nin geçilmesi tehlikesi karşısında hazırlıklar yapılıyordu. Şehrin müdafası için örtülü ödenekten harcama kararları alınırken, bir yandan da halk arasında yardım kampanyaları düzenleniyordu.
“Bunlardan ilginç olanlarından biri basında “Kahraman Mehmet Çavuş için” başlığı ile halka duyurulmuş ve bunun sonucunda İstanbul’daki çeşitli zevattan, 148,956 kuruş, Musul halkından 25.000 kuruş, Çankırı halkından ise 2.000 kuruş yardım toplanmış, Müdafaa-i Milliye, neşrettiği ilanlarla toplanan yardımlar neticesinde bir hediye-i nakdi olmak üzere 25 bin paket sigara sipariş edildiğini” yazmaktadır.
Bir millet top yekün, yedi düvele meydan okumaya hazırlanıyordu. Ancak yine de İstanbul’da endişe hâkim idi. Çünkü Çanakkale’de kuvvetler eşit değildi. Osmanlı tabyalarındaki yüz kadar topa karşılık, İtilaf devletlerinin 50 kadar savaş gemisi ve içinde yaklaşık 500 topu vardı. Eskimiş Osmanlı toplarına karşılık, İngiltere ve Fransa’nınkiler ise son modeldi. Cephane bizde kısıtlı, karşı tarafta ise bol miktarda idi. Osmanlı askerî her top mermisini canından bir parça koparcasına atmaya hazırlanırken, karşı taraf bütün bordalarını ölümü sağanaklaştıracak gibi hazırlanıyordu. Bütün bu endişelere rağmen basında çıkan haberlerden halkın kendine ne kadar güvendiğini, moralinin yüksek olduğunu ve Çanakkale savunmasının ne kadar önemli olduğunu bildiğini görüyoruz. Zaten savaşı bu şekilde, bu maneviyat ile kazanmadık mı? Aslında hepsi kahramandı, hepsi şehadete and içmiş idi. Fakat içlerinde öyle kahramanlar vardı ki yaptıkları ile hem düşmanı hem de yedi düveli kendilerine hayran bırakmışlardı.
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi…
Müstecip Onbaşı…
Çanakkale boğazını geçmeye çalışan Fransız Turquoise denizaltısı, ağlara takılarak su yüzüne çıkmak zorunda kalmıştır. 30 Ekim 1915’te Gelibolu Yarımadası’ndaki Akbaş mevkisinden Kilitbahir’de nöbet tutan Topçu Er Müstecip, denizaltının su yüzüne çıkan periskopunu fark eder ve emir beklemeden topunu ateşler. 3. Atışında denizaltıyı periskopundan vurmayı başarır. Türk ordusu denizaltıyla birlikte 28 kişilik mürettebatı ve bunun yanında çok önemli olan şifreli belgeleri ele geçirir. Daha da önemlisi, İngiliz denizaltısıyla buluşma koordinatları da ele geçirilmiştir. Bu koordinatlar zaman kaybetmeden müttefik olduğumuz Alman denizaltısına bildirilir. Hiçbir şeyden haberi olmayan İngiliz denizaltısı buluşma noktasına geldiğinde buluşmayı umduğu Fransız denizaltısı yerine Almanların UB 15 denizaltısı ile karşılaşır. Bu İngiliz denizaltısının sonu olur. Müstecip Er çok ama çok uzak bir mesafeden denizaltı periskopu gibi vurulması imkansız, küçük bir hedefi vurarak, düşman donanmasının iki denizaltısını kaybetmesini sağlar. Bu olay bizim ordumuz için çok büyük bir moral kaynağı olur ve Müstecip Er artık bir Onbaşı olur.
Ali Reşat…
“Bir akşam kalkar ve kendi çabaları ile İngilizler ile çatışmaya başlar. Gece yarısı cehennem gibi gürültülerle ve atışlarla ortalık yanıyordu. Sabaha karşı, Ali Reşat bir İngiliz dürbünü ve brovning tabanca ile geri dönmüştü.” Karl Vollmoller. (Çanakkale savaşını gözleyen yazar)
Komutanı Ali Reşat’ı şu şekilde anlatır;
15 yaşında vardı. Savaşmak ister idi. Birisi ona bir pantolon verdi, başka biri de asker ceketi. Yalnızca silahı eksik idi. Büyük adamların da silaha ihtiyaçları vardı. Ali’nin el bombaları ile tanışması kendi fikri idi.” Yine komutanının anlattıklarına göre iki kez ağır yaralanır. Buna rağmen zorla cephe gerisindeki bir hastaneye götürülür. O ise en kısa zamanda, destan yazmak için cepheye geri dönecekti. Gerçek kahraman Ali Reşat hakkında başka bilgi yok ne şahadeti ne de gaziliği yazar bir yerde. Bizler ise imdi yapay kahramanların(!) sözde dizilerini ve filmlerini izletiriz çocuklarımıza.
Seyit Onbaşı…
Kilitbahir Mecidiyesi’ndeki uzun 24’lüklerin üçüncü topunda idim. Bir kere mermiyi kucaklayacak oldum, yağlı olduğundan elimden kaydı. Elimi biraz topraklayarak bir dizimi yere koydum ve mermiyi sırtladım. Merdivenleri ilk defa nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Gene aşağıya atlayarak 2., 3., 4. mermileri sıra ile taşımaya başladım. Aslan topumuz gürlemeye başlamıştı. 4. mermiyi attıktan biraz sonra idi, Gonca Suyu tarassut mevkisi, iki mermimizin isabetini bildirmişti. Bu haberi de duyduktan sonra bana gülleler, ufak bir saman çuvalı kadar yenik (hafif) geliyordu. Sanki denizin üzeri yanıyordu. Sağda solda iki gemi, kara dumanlar ve kızıl alevler içinde yana yana batıyordu.”
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Çanakkale Boğazı eskiden beri tahkim edilmişti, ama bu tahkimatın gelişen teknolojiye ayak uydurabildiğini söylemek mümkün değildir. Mevcut tahkimatın ağırlık noktası Çanakkale Boğazı’nın her iki kıyısındaki tabyaların ateş hedefi sadece Ege Denizi yönündeydi. Bu yüzden engeli aşacak olan filo, tabyaları arkadan ateş altına alabilirdi. Çanakkale, karadan yapılacak saldırılara karşı daha zayıf bir durumdaydı. Kara saldırılarının savuşturulması için sadece Bolayır mevkiinde tahkimat mevcuttu. Buradaki üç tabya ve ara tabyalardan bir miktarı yarımadayı Doğu’dan gelebilecek bir saldırıya karşı koruyabilirdi37. 1914 yılının Ağustos ayının başında savaş Osmanlı Devleti’ni de tehdit etmeye başlayınca başkomutanlık Çanakkale’deki mevcut kuvvetleri takviye etme kararı aldı. Tekirdağ’da bulunan 3. Kolordunun Gelibolu’ya gönderilerek Çanakkale çıkarmalarına karşı görev almasına karar verildi. Kolordunun komutanı Balkan Savaşı’nda (Yanya’da) savunması ile adını duyurmuş olan Tuğgeneral Esat (Bulkat) Paşa idi. Kolordunun kurmay başkanlığını Kur.Yarbay Fahrettin (Altay) yapıyordu. 3. Kolordu 19. Tümenin başında ise Kur.Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) vardı.
Ancak Çanakkale’deki esas savunma hattı 1914 Eylül ayında Boğaz tahkimat görevi kendisine verilen Alman Amiral V. Usedom ve Çanakkale Müstahkem mevki komutanlığına getirilen Tuğgeneral Cevat (Çobanlı) Paşa tarafından hazırlanan plana göre yapıldı.
Bugün tüm cihana nam salmış bu destanın sadece bir kahramanı yoktur. Bu destan; bütün vatan evlatlarının ve Türk’ün gücünü, cesaretini, zekâsını ve merhametini cihana kanıtlamış komutanlarıyla, çavuşlarıyla, onbaşılarıyla, erleriyle ve nice kahraman evlatlar yetiştirmiş hatunlarıyla tüm milletin destanıdır. Rabbim şahadetlerini kabul, mekanlarını cennet eylesin. Bize düşen vazife bellidir. Unutursak veya unutturur isek gök girsin kızıl çıksın…

Araştırmacı: Müslim Soysal
Kaynaklar: Tübitak Yayınları. 18 MART 1915 ÇANAKKALE DENİZ SAVAŞI: SEBEPLERİ, GELİŞİMİ ve SONUÇLARI Yaşar SEMİZ. Mehmed Akif Ersoy SAFAHAT.

Devamını Oku

Zamanın gör dediği. Pandemi süreci.

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediği… Pandemi süreci…
Pcr testinizi yaptırdınız mı? Hes kodunu unuttunuz mu? Ya maskeleri nereye kaldırdınız? Hele hele el dezenfeksiyonlarınız bitti mi? Ya aşı? Sakin olun yeni bir pandemi kapıda değil. Sadece çok yakın bir zamanda yaşadığımız ve modern(!) insanlık tarihine ilkel harfler ile kazınan coronavirüs pandemisini hatırlatmak istedim. Malum, yaşanan epidemi ve pandemilerin, dünya genelinde verdiği ekonomik, sosyolojik ve psikolojik sıkıntılara sebep olduğu, üretim, işgücü ve verimlilikte düşüşlerin gerçekleştiği, ekonomik alt yapı sorunlarının giderilmesi gerektiği gözler önüne serilmiştir. Bu cihette hafıza sorunlu bir coğrafyada olduğumuz için sıkça hatırlamak ve hatırlatmakta fayda görüyorum.
Bildiğimiz üzere DSÖ dediğimiz Dünya Sağlık Örgütü, takvimler 2019 yılının Aralık ayının sonunu gösterdiğinde, Çin’in Hubei eyaletinin Vuhan şehrinde, şu anda bile gerçekçi bir açıklama ile kafalardaki soru işaretlerinin giderilmediği nedenlerle, zatürre vakaları bildirmiş ve 5 Ocak 2020 tarihinde ise, daha önce insanlarda tespit edilmemiş yeni bir coronavirüs tanımlanmıştır. Asıl adı 2019-nCoV olan hastalık, tüm dünyada Kovid 19 namıyla korkuyla bahsedilecekti. Ülkemizde, ilk vakanın görüldüğü 11 Mart 2020 tarihinde, DSÖ tüm dünyada domino etkisi yaratacak pandemi ilanını vermişti. O vaka da 17 Mart’ta kurtarılamayarak virüse yenik düşmüştü. O saatten sonra 15 milyon vaka ve 97.000 kişinin canına mal olarak, komplo teorisyenlerini de haklı çıkartarak sessizce ayrıldı aramızdan kovid denilen katil. Tabi imdi birçok varyantı dillendirilse de etkisiz etkisiz dolaşmakta dünya üzerinde.
Epidemi, pandemi…
“Epidemi, bir coğrafyada meydana gelen ve nüfusun yüksek bir oranını etkileyen salgın hastalıktır. Pandemi ise bir kıta veya dünya yüzeyinde çok geniş bir alana yayılan, etkisini büyük ölçüde hissettiren salgın hastalıktır. Pandemi, dünya çapında veya oldukça geniş bir alanda yayılma özelliği gösteren ve çok sayıda insanı etkileyen salgın hastalıklar için kullanılan bir terimdir. Epidemi bir bölgede, bir toplumda görülen salgın hastalık iken; pandeminin yayılma alanı çok daha geniştir.”(Porta 2008)
Emperyal pandemi…
Salgınla geçen 2 yılda dünyadaki birçok ülkedeki gibi Türkiye’de de virüsün yayılmasını önleyebilmek için uçuşların durdurulması, sokağa çıkma kısıtlaması, uzaktan eğitime geçilmesi, kafe ve restoran gibi yerlerin geçici süreyle kapatılması, kamuya açık etkinliklerin iptal edilmesi gibi çeşitli önlemler devreye alındı. Sağlıktan sosyal hayata, ekonomiden eğitime kadar hayatın her alanında büyük değişiklikler yaşandı. Ailelerin yaşam tarzları değişti. Gözümüzün önünde dezenformasyon ve dejenerasyon yaşandı. Günümüzde etkisi çok fazla hissedilen ekonomik baskı oluşturan bu süreçte üretimin durmasını engellemek için çok uğraşıldı. Tarih boyunca yaşanan salgın hastalıklar göz önünde bulundurulduğunda yaşanan bu gelişmelerin sebepleri arkasında genellikle insanların doğanın işleyişine zarar vermesi, temiz su kaynaklarının azalması ve yerleşim şekillerinin değişmesi gösterilmektedir. Fakat bu pandeminin çıkış noktası ve nedeni hala daha soru işaretleri ile doludur. Ekranlarda ve sosyal medyada ortaya çıkan görüntülerde yıllar öncesinden planlandığı ortaya atılan bu pandeminin ülkemiz ekonomisine baskısı çok büyük oldu.
Avrupa, tarihte pek çok salgın hastalıkla yüzleşmiş ve bu salgınların sonucunda pek çok değişiklikler yaşamıştır. Orta Çağda Roma İmparatorluğunun çöküşünün de yine salgın hastalıkların yaptığı tahribat dolayısıyla olduğu söylenmektedir” (Lewis, 1998: 63)
Veba salgının artış göstermesinde, iklim değişiklikleri ve doğanın tahribatının da etkisinin olmasının yanında en çok etkili olan durumlardan bir tanesi de insan hareketlilikleri olmuştur. Göçler vebanın Avrupa ve Asya’da yayılmasına olanak sağladı. Temizliğe önem verilmeyen tarihlerde salgının Avrupa’da yarattığı yıkım çok büyük olmuştur.
1347 vebası olarak bilinen salgının Avrupa’daki yıkıcı etkisi 18. yüzyıla kadar devam eden bir ekonomik durgunluğa yol açmıştır. 60 milyonluk nüfus kaybı, yaklaşık 200 yıl boyunca devam eden bir durgunluk ortamı oluşturmuştur. İnsan ve mal ticaretine gelen kısıtlamaların ardından tüccarların pazar arayışları sonraki dönemlerde emperyalizm olarak adlandırılmıştır (Özden ve Özmat, 2014: 84).
Süreç…
Günümüzde yaşadığımız pandemide, Türkiye’de ilk sokağa çıkma kısıtlaması 10-12 Nisan 2020’de önce 30 büyükşehir ve akciğer rahatsızlıklarının sık görüldüğü Zonguldak’ta uygulandı. Ülke çapında sokağa çıkma kısıtlamaları, 2020’de ve 2021’de vaka sayılarının zirve yaptığı dönemlerde tekrarlandı. Hatırladınız değil mi? Sağlık bakanımızın televizyonlarda yaptığı açıklamaları? Salgın süresince en fazla kaybın yaşandığı gün, 394 kişinin hayatını kaybettiği 30 Nisan 2021 oldu. 29 Nisan ile 17 Mayıs 2021 arasında kesintisiz sokağa çıkma yasağı ile tam kapanma uygulandı. 1 Temmuz 2021’den itibaren normal hayata dönüşü sağlayacak yeni döneme geçti. Bu çerçevede belli saat ve günlerde uygulanan sokağa çıkma kısıtlamaları kaldırıldı, kafe ve restoranlar yeniden hizmet vermeye başladı. 6 Eylül 2021’de tüm kademelerde haftada 5 gün ve yüz yüze eğitime geri döndü. Devlet, COVID-19 salgınının olumsuz etkilerini en aza indirmek amacıyla bu süreçlerde esnaf ve olumsuz etkilenen vatandaşlara yönelik birçok sosyal destek programını devreye aldı. Ve gelelim aşı olayına. 14 Ocak 2021’de sağlık çalışanlarıyla başlayarak 65 yaş üstüyle devam eden aşılama programına hızla yeni yaş ve meslek grupları eklendi. 2 Nisan’dan itibaren BioNTech aşılarının da uygulanmasına başlandı. Pandemi mücadelesinde COVID-19 aşısı üreten 9 ülkeden biri Türkiye idi. TÜSEB ve Erciyes Üniversitesince geliştirilen COVID-19 aşısı TURKOVAC, 22 Aralık 2021’de acil kullanım onayını aldı. Bu süreç zarfında Türkiye hem içeride hem de dünya kamuoyunda üstün performans göstererek, büyük saygınlık kazandı.
Anadolu ajansının haberine göre, “Kovid-19 Tedavisinin Ekonomik Yükü” araştırmasında, hastalığı orta şiddette geçiren bir hastanın ortalama maliyeti 8 bin 791,1 TL, hastalığı şiddetli geçiren bir hastanın ortalama maliyeti 13 bin 405,9 TL olarak hesaplandı. Bu sadece sağlık sektörünün maliyetidir. Korona virüs (Covid-19) salgını, önce Uzak-Doğu ekonomilerine, peşinden Amerika, Avrupa ve tüm dünyaya hızla yayıldı. Mart ayının sonlarına doğru Dünya nüfusunun yaklaşık %25’ini risk altına sokan Covid-19, küresel ekonomide başta turizm olmak üzere, sanayi, hizmetler sektörlerinde üretimin, iç ticaret ve dış ticaretin hızla gerilemesine neden oldu (Hale vd. 2020). Tüketici ve üretici güven endeksleri büyük düşüşler yaşadı. Hükümetlerin bütçe gelirleri düştü, harcamaları arttı. İşsizlik yükseldi. Finansal koşullardaki sıkılaşma, hane halklarının gelir kaybı ve firmaların nakit akışındaki bozulma, talepte de belirgin bir zayıflamaya yol açmaktadır. Salgının yayılmasına karşı uygulanan sosyal yalıtım tedbirleri hizmetler sektörü faaliyetlerini büyük oranda azaltmıştır. Salgının doğurduğu finansal sorunlar, işsizlik, talep azalması, üretim güçlükleri ve belirsizlik dünyadaki hemen her ekonomide az veya çok olumsuz etkiler doğurmuş, bir kriz sürecine girilmiştir. Bütün bunlara rağmen devletimiz işten çıkarmaları engelleyerek ve üreticiye destekler vererek sosyal devlet yükümlülüğünü yerine getirmekten geri durmadı. Covıd-19 Pandemisinin sadece insan sağlığına yönelik bir tehdit oluşturmadı. Başta ekonomi olmak üzere toplumsal ve bireysel alanlarda tüm dünyayı kapsayan birçok etkisi oldu. Salgın döneminde IMF’in dünya ekonomik görünüm raporuna göre küresel ölçekte ekonomilerin daralacağı öngörülmüştü (IMF, 2020). Dünya Çalışma Örgütü (ILO)’ne göre ise küresel boyutta 5-25 milyon arasında insan işini kaybedecekti. (ILO, 2020) ve UNESCO’ya göre de tüm dünyada 1,5 milyar öğrenci geleneksel yüz yüze okul eğitiminden mahrum kalacaktı. (UNESCO, 2020) Salgın Türkiye’de açıklandığı 11 Mart 2020’den itibaren ekonomik faaliyetler üzerinde birçok olumsuz etki oluştururken, özel sektörün finansal kaynaklara ulaşımı üzerinde de baskı yaratmıştır. Devlet kurumları tarafından alınan tedbirler, özel sektörün finansal kaynaklara ulaşmasını kolaylaştırmıştır. TCMB tarafından uygulanan kapsamlı likidite politikaları ve gerçekleştirilen faiz indirimleri, salgının mali koşullara olumsuz tesirlerini azaltarak, borçlanma maliyetini düşürmüştür. Demek ki yüksek faiz üretimin düşmanı imiş bir kez daha kanıtlandı.
Bütün bilimsel çalışmalar, ekonomik gelişmeler, sosyolojik ve psikolojik değişimler bir yana, Türkiye’nin uluslararası arenada itibarının arttığı bir dönem yaşadık. Kudretli ve ne yaptığını bilen bir iktidar sayesinde gelişmiş(!) ve medeni(!) Avrupa’ya insanlık dersi verdi. Basit korunma materyallerinin iletilmesinde bile çaresiz kalan ve basiretsizlik yaşayan devletlere elini uzatarak büyük bir devlet olduğunu kanıtladı. Afrika gibi sağlık materyallerine ulaşımı çok zor olan bölgelere yetişerek, ne kadar güçlü olduğunu ve bölgenin hamisi olduğunu kanıtladı.
Plan nedir bilinmez. Ama görünen, pandemi sürecinde yaşananlar dünyanın hâkimi olmak isteyen ve insanlara yön vermek isteyen küresel güçlerin ekmeğine yağ sürdüğü gerçeğidir. Sadece sorulması gereken soru “kim kazandı?” veya “kimin işine yaradı?”. Bilinen gerçek ise pandemi ile değişen yaşam alışkanlıkları asla eskisi gibi olmayacak.
Bin aydan daha hayırlı olan ve yolumuzu aydınlatan mübarek Ramazan-ı Şerif ayımız mübarek olsun. Rabbim kudretinden faydalanmamızı nasip etsin.
Araştırmacı Müslim Soysal

Devamını Oku

Zamanın gör dediği, Hocalı Soykırımı.

Zamanın gör dediği, Hocalı Soykırımı.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediği, Hocalı Soykırımı…
“Çocuğumu ormanda bıraktım geldim. Ah Hagani ah oğlum annen ölsün…”
“Gözümün önünde başını bıçak ile kestiler başıyla top gibi oynadılar…”
“12 gündür soğukta karda yoldaydık. Herkesi öldürdüler. Babamı, annemi herkesi öldürdüler…
Herkesi öldürdüler… Herkesi öldürdüler… Herkesi öldürdüler…
İşittin mi Türk?
“Ey Türk Oğuz Beyleri; milletim, işitin! Üstte gök çökmedikçe altta yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir!”
Yediniz mi yemeğinizi? Çaylar içildi mi? Kahveler? Tatlısı meyvesi… Sevilen diziler derken… Hadi gelin bugün değişik bir şey yapalım. Hani ülkü deriz ya, hani Turan deriz ya, hani vatan deriz ya, hani şan, şeref, kardeş deriz ya, hadi gelin bir(!)likte anıp yâd edelim. Tarihteki şahadetlere şahitlik edelim. Çok değil daha acısı yenicedir. Ben çok iyi hatırlarım. O vakit yeni yetme yıllarım kanım deli akar, bir yanda çalışıp para kazanıyor, bir yandan okuyor ve bir yandan milliyetçi duygular ile vazifelerimizi yapmaya çalışıyorduk. 1988 yılından beri Ermenilerin tacizleri artarak, sessizce geliyordu ve 1992’nin Şubat ayına gelindiğinde çatışmalar şiddetlenmişti. Üç nehrin kıyısında, bölgedeki tek havalimanına sahip ve geçiş yollarına hâkim olan Dağlık Karabağ’ın bu 2500 haneli küçük kasabasında insanlık onurunu kaybedecekti. Gece yarısına yakın başlayan kardeşimin acısında, Ermeni askerlerini, ne beyaz bayraklı teslimiyet ne küçük çocukların çaresizlikleri durduramamıştı. Yaşanılan ve yaşatılanların hiçbir tarifi yok idi. Saldırılardan kurtulup kaçmaya çalışan ve eksi 10 derecede Gargar nehrini geçip ormana sığınmaya çalışan bir grup ile birlikte yaşam mücadelesi veren dönemin valisi Elvan Memmedov;
“Kısa bir sürede Hocalı yanmaya başladı. Evler patlayarak havaya uçuyordu. İnsanlar ölüyordu. Hocalı’nın kırmızı alevleri göğe yükseliyordu. Alevler 16 km uzaklıktaki Ağdam şehrinden görünüyordu. “ diye aktarır.
Bütün dünya izledi…
Aslında Ekim 1991’den itibaren huzur kalmamıştı. Hocalı, Karabağ’ı gözüne kestirmiş ve Azerbaycan’dan koparmak isteyen Ermeniler tarafından kuşatılmıştı. Buraya gelen tek ulaşım yolunu kapatılması nedeniyle sadece helikopter ile irtibat sağlanıyordu. 28 Ocak 1992 yılında Şuşa bölgesi üzerinde vurulan helikopter ile 44 kişinin hayatını kaybetti ve bir daha bölgeye ulaşım sağlanamadı. Ne yardım ulaşabildi ne de onları bölgeden çıkarabildik. Elektrik ve doğalgaz yoktu ve bölgede sıkışıp kalmışlardı. Ruslar ve Ermeniler saldırı planlarını hazırlamışlardı. Çalıntı bahanesiyle Ermenilere verilen silahlar sadece kalaşnikoflardan ibaret değildi. Tanklar ve helikopterler bir anda peydah olmuştu ve SSCB’den kalma bir alayın desteği ile kuşatılmıştı. Karşılarında sadece asker olmayan hafif silahlı gönüllüler vardı. Katliam başlamıştı. Stalin’in böl ve yönet politikası sayesinde Rus’ların eliyle bölgeye yerleştirilen Ermeniler görevlerini ve aldıkları talimatları zevkle uyguluyorlardı. Geçiş koridoru olarak tanımladıkları ve tüm dünyaya aktardıkları yalanlar bir katliamı gölgeliyordu. Yollarda katledilen kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan sağ kalanlar ölüm kamplarında işkencelere maruz kaldılar ve bütün dünya bunu izledi. Ardına batı dünyasını alan dönemin Ermenistan başbakanı Petrosyan, Azerbaycan topraklarına saldırmayı kendinde hak görmüş ve Karabağ ile Ermenistan’ın bağlantısını yapabilmek için bu hamleyi yapmış idi. Bu 5 kilometrelik koridor hem Türk dünyasına bir hançer gibi saplanacak hem de emperyalistlerin emellerine hizmet edebilecekti. Azerbaycan lideri Muttalibov bu olaydan sonra istifasını verecekti. Çünkü gerekli önlemleri alamamıştı. İşin arkasındaki elleri kimse görmek istemiyordu.
İtiraf…
26 Şubat 1992 Hocalı Katliamı. 613 Azerbaycan Türkü şehit oldu. Şehitlerin 106 sı kadın, 63’ü çocuk, 70’i yaşlı ve sakat idi. 487 yaralı var iken 1275 kişi ölüm kamplarında işkence görecekti. 155 çocuk yetim ve öksüz kaldı ve günümüzde bile 150’nin üzerinde kayıp var. Buna savaş diyenin aklından şüphe etmek, insanlığını sorgulamak gerekir. Bunun adı soykırımdır. Ve tüm dünya seyretmişti 7000 kişinin yaşadığı küçük kasabada olanları… İngiliz gazeteci Thomas de Waal’in yıllar sonra Ermenistan başbakanı olacak Serkisyan ile yaptığı röportajda kaleme alınanlar bir itiraf niteliğinde idi;
“Hocalı’dan önce Azerbaycanlılar bizi ciddiye almıyorlardı. Ermenileri sivillere zarar vermeyi düşünmeyecek bir millet olarak düşündüler ve biz bu kalıbı kırmayı başardık…”
On yedi bini geçkin Hocalı’lı bugün topraklarından uzakta başka şehirlerde yaşamak zorunda kaldı. Bu vahşet zihinlerden, yüreklerden asla kaybolmadı. Dönemin Hocalı valisi Elman Memmedov aktarıyor; “O dehşeti yaşayan o kız çocukları bugün büyüdüler, evlendiler, evlat sahibi oldular. Onların evlatları bile bugün travmalı. Çünkü onun anasının canında ruhunda o korku ve acı var ve evladına geçmiş idir…” Bu acı mirası sonsuzluğa taşımaktan başka çaremiz yok gibi görünse de son zamanlarda yaşanan gelişmeler bunun devletler nezdinde unutulmadığını göstermektedir. İmdi sahip olunan ivme ve başarılar en azından şehadete yürüyen kardeşlerimizin rahat uyumasını sağlamıştır.
Ben Hocalı’da ölmediysem, burada da ölmeyeceğim. Yani geç öleceğim. Torunlarımı Hocalı’da büyüteceğim. O hayal ile yaşıyorum” diyen ve esir değişimi yapılmak istenmesine rağmen kardeşini yalnız bırakmayı kabul etmeyerek 8 gün işkence gören, dayak yiyen Dürdane Ağayev yan odada da kardeşinin işkence seslerini duyuyor idi.
“Bir gün beni 7-8 kişi dövdü. Bayılmışım, sanki ölü gibiydim. Nabzıma bakmışlar, nabzım atmıyordu. Kalbim durmuştu. Beni dışarıda sokaktaki çöplerin üstüne attılar. Gecenin bir vakti rüyadan uyanır gibi uyandım. Ama hiçbir şey hatırlamıyordum. Gözlerimi açmak istedim ama kirpiklerim donmuştu, aralayamadım. Saatlerce tükürüğümle ıslatıp kirpiklerimi açmaya çalıştım.”
Hangi sözlere sığdırabildiniz imdi bunları? Gözyaşlarınıza hâkim olabildiniz mi? Çocuklarınıza bakıp yutkunmadan ay balam canım balam diyebildiniz mi? Türkün bu cihandaki en kötü acısına şahitlik edip rahatça gözlerinizi kapatabildiniz mi? Biter mi sandınız, Türkün ışığı söner mi sandınız? Yere düşende Türkün kılcı, kalkarken kızıla boyanmaz mı sandınız?
1800 lerden bu yana maruz kaldığımız katliamlar ve şahadetlerimiz şöyledir; Gence Muharebesi (1804) Gence 7 BİN şehit, Ermeni– Katliamları (1905) Bakü, Gence, Nahçıvan, Şuşa 10 BİN şehit, Mart Olayları (1918 ) Bakü 12 BİN şehit, Kuba Katliamı (1918 ) Kuba 17 BİN şehit, Zengezur katliamı ( 1918 ) 16 BİN şehit, Gence İsyanı (1920 ) gence 15 BİN şehit, Gugark pogromu (1988 ) Ermenistan 215 şehit, Kara Ocak (1990) Bakü 140 şehit.
Hocalı (1992) 613 şehit.
BOZKURT OLSUN BİZE KILAVUZ!
Araştırmacı Müslim Soysal

Devamını Oku

Zamanın gör dediği. Islâhat Fermanı.

Zamanın gör dediği. Islâhat Fermanı.
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Zamanın gör dediği… Islâhat Hatt-ı Humâyûnu…
Yok, bir türlü çıkamayacağız biz bu dönemden. Bir kısır döngü gibi tekerrürden ibaret, gözlerimi kapattığım vakit o dönemler birer film karesi gibi geçer gider ve hep anlamaya çalışırım ben? Neden? Dünya nizamına, adaleti öğretmiş, hükmünde bulunduğu tebaaya ister Müslim ister gayri Müslim olsun hiç eziyet etmemiş, bunu yaparken düşmanının bile saygısını kazanarak İslam sancağını tüm cihana hâkim kılmış, ilim, irfan ve en yücesi Hak yolundan ayrılmamış bir cihan devletinin bu hale nasıl getirildiğini anlamak anlatmak isterim hep. Ve saplanıp kaldığım hep 18 ve 19. Yüzyıllar ve gelişmeleri. Bu düğümleri çözmemiz lazım bilmek öğrenmek lazım deyu hep sayıklar dururum. İşte bundandır çırpınışım.
Kırım harbinin önemi…
1853 yılı ortasında başlayan ve 1856 yılında son bulan tarihin en büyük müttefiklik ve en parlak savunma savaşından yani Ömer Lütfi paşanın üstün yetenekleri ile Kırım harbinden yorgun ama dimdik çıkmış idi. Başlangıçta Osmanlı Rus harbi olarak başlayan bu gövde gösterisi, İngiltere, Fransa, Osmanlı ve Rus savaşına evirilmişti. Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı işgal etmesi ve Akdeniz’e ulaşma emellerinin olması sebebiyle Fransa ile İngiltere de Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa girmişlerdir. Gerçekten Rus çarının dediği gibi Osmanlı hasta adam değil miydi yoksa? Öyle ise; bu harbin son zamanlarında hazırlanan bir ferman olan ve savaşın sonu olan Paris antlaşmasından birkaç hafta önce açıklanan Islahat Fermanı Islâhat Hatt-ı Humâyûnu niçin ilan edildi?
Tanzimat dönemi…
3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanının ilan edilme sebebi ile benzerlik gösterse de kurumlar bazında kurgulanan Tanzimat Fermanından Müslim ve Gayri Müslim tebaanın hakları hususunda farklılık gösterir. Aslında Tanzimat fermanı ile Islahat Fermanını Islâhat Hatt-ı Humâyûnu (18 Şubat 1856), Tanzimat döneminin (3 Kasım 1839 – 22 Kasım 1876) ayrılmaz unsurları olarak tanımlayarak amaçları sıralayabiliriz. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa meselesinde Avrupa’nın desteğini almak, Londra Boğazlar Sözleşmesi’nde Avrupa’nın desteğini almak, Avrupa’nın Osmanlı’nın iç işlerine karışmasını önlemeye çalışmak(!),Gayrimüslimleri devlete bağlamak(!), Fransız İhtilali’nin etkisiyle meşruti yönetim isteyen aydınların baskılarını azaltmak. Kısacası bu ferman Avrupalı devletlerin desteğini almak ve Kırım Savaşı’nı sona erdirecek Paris Antlaşması’nda kazanımlar elde etmek amacıyla ilan edilmiştir denir hep.
Müslim Gayri Müslim…
3 Kasım 1839’da ilân edilen ve bütün Osmanlı tebaasının kanun önünde eşit sayıldığını, herkesin can, mal ve namus dokunulmazlığının devletin güvencesi altında olduğunu açıklayan Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’nu yeterli bulmayan sözde medeni devletler, Müslim ve Gayri Müslim arasındaki çatışmaları kullanmaya başlamıştı. Siyasî ve hukukî farklılıkların bulunduğunu ileri sürerek daha köklü reformlar yapılmasını istemeleri sonucunda hazırlanan bu ferman benim nezdimde çöküşün kaleme alınmış halidir. Kırım harbinin başlangıcını da Rusya bu zemine oturtmaya çalışmış ve amacının Türk hâkimiyetini bölmek olmasını perdelemişti. Osmanlı üzerindeki planlarını Kudüs’teki mukaddes mübarek makamlar ve anahtar konusu bahanesine sığınarak harekete geçmiş ve Ortodoks Hıristiyanların himayesini bahane etmesiyle Kırım harbi başlamıştı. Avrupa bu konuda geri kaldı mı sanırsınız? Rusya’nın savaş ile başaramadığını özellikle Sultan Abdülmecid vaktinde artmış olan yabancı ve batı yalakalığını kullanarak ters psikoloji ile başarmışlardır. Madde madde birer tabuta çakılan çivi gibi mıhlanmıştır bence Cihan devletinin kalbine. Din, vergi, askerlik, devlet memurluğu ve milli eğitim konularında tam manasıyla eşitlik teminatı olmuştu. “Gâvur” lakabı takılması bile yasaklanmıştı. Gayri Müslimler bedelini öderse askere alınmayacak, kendi dinlerine ait okul açabilme özgürlükleri olacak, mahkemelerde kendi dinlerine ait din adamları bulunabilecek, karma mahkemeler oluşturulacaktı. Bu demektir ki nüfuzlarını kullanarak Müslüman tebaanın üzerine bile çıkabileceklerdi. Reşit paşanın da içinde bulunduğu birçok kişi ve halk bu durumdan rahatsız olmuştu ve Osmanlının şeriatın karşısında olduğunun söylenceleri artmış idi. Mustafa Kemal’in Erzurum kongresinde bu durumu eleştirmesini hatırlıyor musunuz? Cumhuriyet ilanından sonra bu konuda çalışmalar yapacaktır.
Bilinen yaygın kanıya göre, bu ferman, yabancı devletlerin hazırladığı ve hükümet içindeki batı yandaşlarının etkisiyle kabul etmek zorunda kaldığı bir zorunlu uygulamadır. Yabancı tesiri ve baskısı o kadar bellidir ki…
Dallas…
O dönemde, ileride esemeleri okunacak olan Alman ve İtalyan birliği henüz ortada yok iken Avrupa’da büyük güçler İngiltere ve Fransa hanedanları ile Rusya’dır. Ayrıca Avusturya ve Prusya akrabalıkları da bu güçlere anlaşmalarda destek vermektedir. Tanzimat fermanı ile Osmanlı Fransa arasındaki yakınlaşma Rusya’nın işine gelmemiş ve Avrupa politikasında güç devşirdiği andan itibaren Osmanlıyı saf dışı etmek için bütün gücünü kullanmıştır. Kendisine üç amaç belirlemiştir. İlki Osmanlı topraklarını ele geçirmek, ikincisi Avrupalı müttefikler ile Osmanlı topraklarını paylaşarak saf dışı etmek, üçüncüsü yine kalan Osmanlı topraklarında kolaylıkla kullanabileceği ve himayesine alabileceği bağımsız devletler kurmak ve sonrasında bunları kendisine bağlamak. Aslında İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya arasındaki ilişkiler; hem Osmanlı topraklarındaki emelleri, hem Güneybatı Asya’daki (Gertrude Bell’e göre Orta Doğu) sanayi devrimi için gerekli kaynaklar, hem Akdeniz deki yani Afrika hâkimiyeti emelleri ve en büyüğü olan ve günümüzde bile başa çıkılamayan İsrail meselesi yüzünden o çok bilinen dizi Dallas’tan farklı değildi. Açıkçası ortada büyük bir sofra ve bu sofranın ana menüsü de Osmanlı toprakları idi. Bu emeller için hem içeriden hem de dışarıdan büyük bir baskı içinde olan Osmanlı maalesef gerçekten hasta durumda idi. Özellikle ekonomiyi bitiren kapitülasyonlar sırtında iken hasta adamın iyileşmesi beklenebilir mi ki? İmdi farz edelim uzun bir yola çıkacaksınız. Üç gün hatta bir hafta önceden yolculuk için hazırlık yapar bavulunuzu ve yolluklarınızı hazırlar ve gideceğiniz yere adapte olmak için çaba sarf edersiniz değil mi? Ama Osmanlı da öyle olmadı işte. Tanzimat fermanı ile başlayan yolda Tanzimat dönemi boyunca çeşitli kararlar batılı devletlerin dayatması ile alınmış bile olsa bu konular ile alakalı hiçbir hazırlık yapılmamış ve sonuçta hem hukuksal hem askeri hem ekonomik ve en önemlisi Müslüman tebaa için hem de sosyal yapı aniden çökmüştür. Tabiî ki Islahat Fermanı, Tanzimat döneminden kuruluşa kadar bir dizi eylemler ve sonuçlar doğurmuştur. Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bu sonuçlar uygun bir biçimde kullanılarak kurtuluşa ermiştir ve yüce milletimiz Allah’ın izniyle ilelebet payidar kalacaktır.
Bu sefer kallavi sözcükler ile coşturmaya girmeyeceğim desem de aklıma hemen “çakalın hükmü kurt ayağa kalkıncaya kadardır” sözü gelir. İmdi 18. Yüzyıl başlarından başlayan bir çakal devrinin bitimi günümüzde dillendirmek şerefi ile de olsa nail olduğumuz Türk Birliği sözcükleri (dile kolay) ile bu sözü doğrular niteliktedir. Vesayetten beslenen ve bahsettiğimiz dönemlerin artıkları tarafından nicedir batılı sözde medeniyetlerin elinde olan güçler imdi Turan ülküsünün, Türk birliğinin elindedir. Ne gariptir ki çarlık dönemi Rusyası Osmanlıyı saf dışı etmek için elinden geleni yapsa da millet bilinci ile küllerinden yeniden doğan yüce Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafsızlık gücüyle onu batıdan koruyan bir kalkan görevi görmektedir. Özellikle son yirmi yılda karşı karşıya kaldığımız ekonomik ve siyasi saldırılar bunu kanıtlar niteliktedir. Tabi günümüz konjüktürde bunu incelemek gerekse de geçmişten ders alarak hareket etmek bizim asli görevimizdir.
Ya Devlet başa, Ya kuzgun leşe…
Araştırmacı Müslim Soysal

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.